Saltanatcılığın Köhnemiş Bürokrasisi Hortlatılmak(mı) İsteniyor!?

Meclis (TBMM) Başkanı Numan Kurtulmuş ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel arasında bütçe konuşması sırasında yaşananlar Türkiye’deki gergin siyasi iklimi gözler önüne serdi. Ama bu sefer öncekilerden farklıydı…

Özel’in konuşmasında Kurtulmuş’un ismini zikretmesi üzerine Kurtulmuş kendisini cevap vermek zorunda hissetmiştir. Ancak Kurtulmuş’un TBMM Başkanı olarak tarafsızlık ve yansızlık gerektiren bir pozisyonda olduğunu belirtmek gerekir. Kurtulmuş’un rolü, parlamento çalışmalarının sorunsuz bir şekilde işlemesini sağlamak ve Meclis’teki nezaketi korumaktır. Bu nedenle, kişisel görüşlerini ifade ederken yaptığı yorumlar, Meclis Başkanı olarak kendisinden beklenen rolünden sapmış olabilir.

Kurtulmuş’un yanıtı sırasında yaptığı açıklamasında Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki üç önemli olaya dikkat çekti: 1960 Darbesi, 28 Şubat Darbesi ve 27 Nisan Muhtırası. Bu olaylar, Türk siyasetinde önemli dönüm noktaları olmuş ve ülkenin demokratik kurumları üzerinde kalıcı etkiler bırakmıştır. Kurtulmuş bunlardan bahsederek bu olayları destekleyenler ile karşı çıkanlar arasında bir karşıtlık kurmaya çalışmıştır. Ancak, tarihi olayları siyasi bir bağlamda tartışırken dikkatli olmak gerekir, zira yorumlar büyük farklılıklar gösterebilir.

Kurtulmuş’un sözlerine CHP sıralarından gelen tepkiler, Türkiye’deki farklı siyasi partiler arasındaki gerilimin altını çiziyor. Muhalefet ise haklı olarak Kurtulmuş’a TBMM Başkanı olarak tüm meclisi temsil ettiğini ve partizan açıklamalar yapmaktan kaçınması gerektiğini hatırlattı. Bu olay, Meclis Başkanı’nın farklı siyasi ortamlarda yönünü bulması ve Meclis içinde tüm seslerin duyulmasını ve saygı görmesini sağlaması için gereken hassas dengenin altını çizmektedir.

Türkiye gibi siyasetin yoğun olduğu bir ortamda meclis başkanının demokrasi, şeffaflık ve tarafsızlık ilkelerine bağlı kalmaları elbette hayati önem taşımaktadır. Meclis Başkanı, tarafsız bir hakem ve meclisteki tartışma ve müzakerelerin kolaylaştırıcısı olarak bu ilkelerin korunmasında özellikle önemli bir role sahiptir. Siyasetçilerin kişisel görüşlerini ifade etmeleri anlaşılabilir bir durum olmakla birlikte, bunu resmi sıfatları dışında yapmaları konumlarının bütünlüğünü ve tarafsızlığını korumaları açısından elzemdir.

Değerlendirme yaparken Sayın Kenan Çamurcu’nun bu konuyla alakalı olarak Sosyal Medya hesabından yaptığı aydınlatıcı yorumuna değinmeden geçemeyeceğim.

Sayın Çamurcu, Abdülhamit’in istibdat yönetiminde tebaasına karşı güç ve baskı kullanmasına karşı duran ve cumhuriyete inananların varlığına vurgu yapıyor. Bunların arasında Mehmet Akif, Seyyid Bey, Elmalılı Hamdi Bey ve Sait Halim Paşa gibi kişilerin olduğunu belirtirken, Osmanlının köhnemiş dini bürokrasisine ve saltanat Müslümanlığında yerleşik olan saray beslemelerine karşı çıkma cesaretini gösterdiklerini belirtmektedir.

Sayın Çamurcu’nun sözleri, bu tarihsel dönemde var olan farklı bakış açılarını ve motivasyonları günümüz ile benzerlikler gösterdiğini hatırlatmaktadır.

İstiklal Marşı’nın yazarı olarak İstiklal Savaşı sürecinde etkili çalışmalarıyla tanınan Mehmet Akif, II.Abdülhamid’in istibdat yönetimine muhalifti. Seyyid Bey, Elmalılı Hamdi Bey ve Sait Halim Paşa gibi diğerleriyle birlikte, halka baskı yapan otoriter rejime meydan okuma ihtiyacını fark etti. Hepsinin değer sayımları tüm vatandaşlar için demokrasi, özgürlük ve eşitliğin önemini vurgulayan cumhuriyetçilik ilkeleriyle uyumluydu.

Yelpazenin diğer tarafında ise saltanat Müslümanlığına derinlemesine kök salmış bir dini bürokrasi ve saray beslemeleri vardı. Bu kişiler geleneksel dini uygulamalara otoriter rejime göbeklerinden bağlıydı ve Abdülhamit’i kendi ayrıcalıklarının koruyucusu ve savunucusu olarak görüyorlardı. Toplum içindeki konumlarını tehdit eden her türlü reform veya değişim girişimine karşı direniyorlardı.

Bu iki karşıt güç arasındaki çatışma, bu dönemde ilericilik ve gelenekçi muhafazakârlık arasındaki daha geniş bir mücadeleyi yansıtmaktadır. Cumhuriyete inananlar Türkiye’yi modernleştirmeye ve daha demokratik ve kapsayıcı bir ulusa dönüştürmeye çalışırken, dini bürokrasi ve saray beslemeleri geleneksel güç yapılarına tutunmuş ve değişime direnmiştir.

Sayın Çamurcu’nun sözleri, farklı grupların Türkiye’nin geleceğine ilişkin vizyonları konusunda çatıştığı bu tarihi dönemin karmaşıklığını ve Osmanlının çöküş döneminde karmaşa ile benzerlikleri özetliyor. Tarihin siyah ve beyaz olmadığını, nüanslarla ve farklı bakış açılarıyla dolu olduğunu hatırlatıyor. Bu tarihsel bağlamı anlamak, Türkiye’nin modernleşme ve demokrasiye giden yolunu şekillendiren farklı motivasyon ve perspektifleri takdir etmemizi sağlar.

İleriye dönük olarak, Türkiye’deki tüm siyasi aktörlerin yapıcı diyalog ve demokratik değerlere saygı için çaba göstermesi zorunludur. Kurtulmuş ve Özel arasında yaşananlar gibi olaylar, siyasi arenada açık ve saygılı tartışmalara duyulan ihtiyacın altını çizmektedir. Siyasetçiler, ortak hedeflere odaklanarak ve Türkiye’nin geleceği için ortak bir vizyon doğrultusunda birlikte çalışarak, tüm vatandaşların yararına olacak bir güven ve iş birliği ortamını teşvik edebilirler. Tüm siyasi aktörler demokratik ilkeleri koruyarak ve saygılı diyaloğu teşvik ederek Türkiye’de daha kapsayıcı ve üretken bir siyasi ortamın oluşmasına katkıda bulunabilir.

Bizleri yeniden düşünmeye sevk edecek şu soru ile makaleye son vermek istiyorum;
Çökmüş saltanatcılığın köhnemiş bürokrasisi Yeni Türkiye Yüzyılında yeniden hortlatılmak mı isteniyor!?

Sadi ÖZGÜL

Yazar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir