Kıbrıs Rumlara(mı) Verildi !?

Her dönem Türkiye’nin gündemini meşgul etmeye devam ediyor Kıbrıs sorunu…

1571 yılında Venedikliler’den fethedilen ve 307 yıl Osmanlı hâkimiyeti altında kalan Kıbrıs’ın yönetimi 1878 yılında, dönemin Osmanlı padişahı II. Abdülhamid’i saltanatının ve ailesinin korunması karşılığında ve bellirlenmiş yıllık kira ücret ile hükümranlık hakkı Osmanlı Devleti’nde kalmak kaydıyla, İngiltere’ye devredilmişti.

Ancak I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı devleti ile İngiltere’nin ayrı saflarda yer almasının da bir sonucu olarak, İngiltere 1914’te tek taraflı bir kararla adayı ilhak etmişti. Türkiye ise, ada üzerindeki İngiliz egemenliğini Lozan Antlaşmasıyla 1923’te tanımıştı.

Kıbrıs Sorunu ise, Akdeniz’in doğusunda bulunan Kıbrıs adasında Kıbrıs Rumlarıyla Kıbrıs Türkleri arasında yaşanan siyasi bir sorun olarak ortaya çıktı. İngiltere Kıbrıs Sözleşmesi sonrasında adayı kolonileştirmeleri ile halklar arası çatışmalar artış gösterdi. Bu tarihlerde adada taksimat isteğinde bulunan Türkler ile enosis isteyen Rumlar birbirleri ile çatışmaya başladı. Kıbrıs halkı tamamen özerlik hakkı istiyordu. İngilizler ise sorunu “Rum-Türk anlaşmazlığına” bağladı ve sonunda 16 Ağustos 1960 tarihinde Kıbrıs; Yunanistan, Türkiye ve İngiltere “Kuruluş, İttifak ve Garantörlük” adındaki 3 anlaşmayı imzalaması ile bağımsızlığını kazandı.

Ama garantörlük anlaşması sonrasında Kıbrısta sorunlar bitmedi aksine daha da arttı. En sonunda da 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunan cuntasının desteğiyle EOKA lideri Nikos Sampson, adayı Yunanistan’a bağlamak amacıyla Makarios’a karşı bir darbe gerçekleştirerek iktidarı kısa süreyle ele geçirmişti. Kıbrıs’ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne kasteden bu hareket karşısında Türkiye, 1960 Garantörlük Anlaşması çerçevesinde, önce İngiltere’ye ortak müdahale teklifinde bulunmuştur. Türkiye, İngiltere’nin olumsuz cevap vermesi üzerine, ada’daki Türklerin güvenliğini de dikkate alarak 20 Temmuz 1974 günü CHP-MSP koalisyon hükümeti Barış Harekatı’nı başlatmıştır.

Böylece Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı önlenmiş, Kıbrıs Türk halkının varlığı da güvence altına alınmıştır. Türk Barış Harekatı aynı zamanda Yunanistan’da Cunta idaresinin de sonu olmuş ve ülkelerine demokrasi getirmiştir.

Bunlarla birlikte, adanın kuzeyinde 13 Şubat 1975 de Türklerin yönetiminde federe bir devlet düzenin meydana gelmesine neden oldu. Bu siyasi olaylarla günümüzdeki “Kıbrıs Sorunu” ortaya çıktı. 15 Kasım 1983 tarihinde, Kıbrıs Türk halkının kendi kaderini tayin etme hakkına dayanılarak ve siyasi eşitliği vurgulanarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti KKTC ilan edildi. Kıbrıs Türk toplumunun ilan ettiği KKTC’yi Türkiye’nin resmen tanıması ile adada iki devlet ortaya çıktı.

Kıbrıs’ın tarihinin kısa izahatından sonra gelelim bu yazının başlığındaki “Kıbrıs Rumlara(mı) Verildi” sorusuna cevaplar aramaya;

Bu soruya çok cevaplar verenler olmuştur elbette. Biz ise en iyi cevaplar veren araştırmacı yazar Yılmaz Dikbaş’ın anlattıkları üzerinden cevaplar arayacağız.

Yılmaz Dikbaş 23 Temmuz 2009 de kaleme aldığı bir makalesinde; “Kıbrıs, Rumlara beş yıl önce verildi” iddiasında bulunmuştu. Yani Dikbaş Kıbrıs 2004 yılında Rumlara verildi demek istemektedir.

O dönemde Dikbaş’a; “Bunları nereden çıkarıyorsunuz?”soruları sorulmuş, kendisi de katıldığı konferans ve seminerlerinde ve makalesinde şöyle cevaplamıştı.

“Kıbrıs, Rumlara beş yıl önce verildi!”

Ancak bu gerçekten haberi olmayan halkımızın büyük çoğunluğunu aldatmak, kandırmak ve uyutmak amacıyla her 20 Temmuz’da törenler yapılıyor, parlak nutuklar çekiliyor. Bu yıl da öyle oldu.

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Kıbrıs’ta şu sözlerle yalnız Kıbrıslıları değil, hepimizi kandırmaya dönük şunları söyledi: “Türkiye, her koşulda, her zaman, her sahada Kıbrıs Türkünün yanındadır. Kıbrıs Türk halkının huzur ve refahı milli davamızdır”.

Kıbrıs Türk halkını ‘Kıbrıs’ta Rumların boyunduruğu altına sokan hükümetin bakanı, hiç sıkılmadan, hiç utanmadan ‘milli dava’dan söz ediyordu. Kıbrıs’ın 2004 yılında, Rumlara kimler tarafından nasıl verilmiş olduğunu belgelere dayanarak “Avrupa Birliği Tabuta Çakılan Son Çivi” kitabımda yazmıştım.

Avrupa Birliği nin resmi belgelerinde Kıbrıs’la ilgili, ‘Kıbrıs Türk Kesimi’ ya da ‘Kıbrıs Rum Bölgesi’ gibi deyimler yer almamaktadır. AB’nin hiçbir belgesinde, ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ diye bir tanımlama geçmemektedir.

AB’nin tüm belgelerinde Kıbrıs’tan sadece şöyle söz edilmektedir:

“The Republic of Cyprus”. Yani, “Kıbrıs Cumhuriyeti”. Ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yönetimi Rumlardadır.

AKP Hükümeti Kıbrıs’ı, 2004 yılında Rumlara vermiştir. Ancak bu gerçeği Türk halkına açıkça söyleyememiştir. 2004–2005 sürecinde AB ile imzalanan Kıbrıs’la ilgili koşulları yerine getirmekte zorlanınca da, AB’nin yeni koşullar öne sürdüğü yalanını ısrarla dillendirerek Türk halkını aldatma, yanıltma, kandırma ve oyalama yolunu seçmiştir.

İşte, belgelerle Kıbrıs’ın Rumlara tesliminin öyküsü.

  • AB, 6 Ekim 2004 tarihinde Türkiye ile ilgili üç belge yayınladı. Bunlardan ‘İlerleme Raporu’nda şöyle denilmekteydi: “Kıbrıs bandıralı gemilerin ya da Kıbrıs limanlarına girmiş gemilerin hala Türk limanlarına girmesine izin verilmemektedir. Avrupa Birliği Müktesebatı, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde uygulamaya konulmalıdır”

    Bu demektir ki, AKP Hükümeti daha Ekim 2004’de, Türk limanlarını Kıbrıs Rumlarının gemilerine açmak zorunda olduğunu biliyordu. Bu, AB’ye girme uğruna verdiği ödünlerden sadece biriydi.

    Peki, böylesi ağır bir ödünden, AKP Hükümetinden başka bir makamın haberi yok muydu? Var idiyse, tutumları neydi? 
                         
  • Mart 2004’de AB, Türk Genelkurmayı’nı Kıbrıs konusunda ikna etmek için Ankara’ya bir heyet gönderiyordu. AB’nin dönemsel başkanlık divanı, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ten, Kıbrıs’ta çözüm için esnek davranmasını istiyordu. Peki, Org. Hilmi Özkök, böylesi önemli bir konuda esnek davrandı mı? Bu sorunun cevabını, Org. Hilmi Özkök’ün 31 Aralık 2004 tarihinde TSK’ya verdiği yeni yıl mesajında görüyoruz:                                                                                                                                                                                 “… Avrupa Birliği Üyeliğini, Ulu Önder Atatürk’ün bizlere vermiş olduğu ‘Türkiye’yi çağdaş uygarlığın ilerisine taşıma hedefi’ için önemli bir araç olarak görmekteyiz”

    Ağır Kıbrıs ödününe rağmen Org. Hilmi Özkök, AB üyeliği hedefine sımsıkı sarılıyordu. Hem de Atatürk’ün adını çok yanlış ve çok haksız olarak kullanmaktan sakınmayarak! 
  • 03.12.2004 tarihinde Avrupa Parlamentosu, Türkiye’ye verdiği raporda şöyle diyordu:

    “Madde 38: Kıbrıs Cumhuriyeti, AB Üye Devletlerinden biridir. Türkiye ile müzakerelere başlamak, doğal olarak Kıbrıs’ın Türkiye tarafından tanınması anlamına gelecektir.”

    İşte bu raporu, AKP hükümetinin Başbakanı Recep Tayip Erdoğan 17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de kabul etmiş, koltuğunun altına alıp Türkiye’ye gelmiş ve Ankara Kızılay Meydanı’nda bir zafer bayramı havası içinde halaylar çekilerek, davul zurnayla karşılanmıştı! Oysa bunu Türk halkına bir zafer olarak gösteren Başbakan, Brüksel’de çok zorlanmış, Kıbrıs’ı Rumlara teslim edişini Türk halkına nasıl açıklayacağının, bu ağır ödünün savunmasını nasıl yapacağının sıkıntısını çekmişti.
    İşte onun o sıkıntılı saatlerinde imdadına İngiltere Başbakanı Tony Blair yetişmiş ve; “Sen halkına, imzaladığın anlaşmanın sadece bir ticari anlaşma olduğunu ısrarla söyle!” taktiğini vermişti!                           
  • AKP hükümetinin bayram yaparak bağrına bastığı Avrupa Parlamentosu’nun raporunda şöyle bir madde yer almaktaydı: 

    “Madde 40: Türk yetkililer, Kıbrıs bandıralı gemilere hâlihazırda uygulanmakta olan tüm kısıtlamaları ve AB’nin bir üye devletiyle yapılacak ticaretteki tüm engelleri ortadan kaldıracaktır.”

    Başbakan Erdoğan, bu koşulu 17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de kabul etmişti.

  • AB’nin Ekim 2004’de Türkiye’ye verdiği ‘İlerleme Raporu’nda şöyle denilmekteydi:

    “Mayıs 2004’de, Türkiye yayınladığı bir Kararnameyle, AB ile Türkiye arasında imzalanmış olan Gümrük Birliği Anlaşması ile sağlanan yararlardan, Kıbrıs hariç tüm AB üyelerinin faydalanacağını bildirmişti. Ekim 2004’de, Türkiye yeni bir kararname imzalayarak, Gümrük Birliği koşullarından yararlanacaklar listesine Kıbrıs’ı da dâhil ettiğini duyurdu.”

    Çok açık ve net: Türkiye hükümeti, daha Ekim 2004’de tüm limanlarını ve hava alanlarını Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ne açmayı kabul etmiştir. 29 Ekim 2004 tarihinde Roma’da, Avrupa Anayasasının imza törenine giden AKP hükümetinin başı, aralarında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Rum Cumhurbaşkanı da bulunan AB’nin 25 üye devlet başkanlarıyla ‘aile fotoğrafı’ çektirirken de artık Kıbrıs’ı Rumlara teslim ettiğini bir kez daha kabul ediyordu.

  • Avrupa Birliği, Ekim 2005’de Türkiye ile ilgili ‘İlerleme Raporu’nu yayınladı. İşte bu raporun can alıcı maddelerinden birisi:

    “Kıbrıs Türk hükümeti, Kıbrıs’la ilgili kapsamlı bir anlaşma sağlanması yolunda, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin planına uygun davranma ilkesine bağlı olduğunu birçok kez bildirmiştir. 29 Temmuz 2005’de Türkiye bir Ek Protokol imzalayarak, AB-Türkiye arasındaki Gümrük Birliği Anlaşması’nın 1 Mayıs 2004’de AB’ye katılan 10 yeni üye devlete de uygulanacağını bildirdi. Aynı zamanda Türkiye, bir de deklarasyon yayınlayarak, imzalanmış olan Ek Protokol’un, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak anlamına gelmeyeceğini bildirdi. Avrupa Birliği’de 21 Eylül 2005’de, bir karşı deklarasyon yayınladı. Bu karşı deklarasyonda, Türk deklarasyonunun tek taraflı olduğu, Protokol’un bir parçası olarak sayılamayacağı ve Türkiye’nin Protokol’da belirlenen sorumluluklarını yasal olarak etkileyemeyeceği bildirildi. AB’nin karşı deklarasyonunda, tüm üye devletlerin tanınması konusunun, Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinin gerekli parçası olduğu vurgulandı”

    Yukarıdaki madde, AKP hükümetinin kendi emellerine ulaşabilmesi yolunda, gerekirse Türk halkının onuruyla oynamaktan da kaçınmayacağının ibret verici bir belgesidir! Ta Ekim 2004’de Kıbrıs’ı Rumlara veriyor, bunu 17 Aralık 2004’de Brüksel’de bir kez daha doğruluyor. Yetmiyor, 29 Temmuz 2005’de imzaladığı bir Ek Protokol’la Gümrük Birliği Anlaşması’nın Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ni de kapsayacağını kabul ediyor! Ama birden aklına Türk Milletinin göstereceği büyük tepki geliyor ve hiç sıkılmadan ve Ek Protokol’daki imzası kurumadan, tek taraflı bir bildirgeyle; “Ben Ek Protokolü imzaladım, ama bu Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak anlamına gelmez” diyebiliyor! Egemenlik, ‘en üstün otorite’ olarak tanımlanır. AB’ye girmek demek, Milli Egemenliği Brüksel’e teslime hazır olmak demektir! 

    Peki, nasıl oluyor da Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Milli Egemenliğin AB’ye teslimini Türk Ordusu’nun önündeki görev olarak görüp, göstermeye çalışıyor?
    Çevresindekilere Nutuk’u okumalarını öneren Org. Hilmi Özkök, Söylev’deki Atatürk’ün şu sözlerini okumamış olabilir mi? 

    “Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir.” (Mustafa Kemal Atatürk)

    AB’ye üye olmakla tam bağımsızlığımızın elden gideceğini, dolayısıyla Türk Ulusu’nun artık onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşayamayacağını Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök bilmiyor olabilir mi?

    Türk Genelkurmayı, istenilen her tür ödünü vermeye hazır olduğunu bildirerek AB’ye teslim mi olmuştur? Bu çok ağır ve çok acı sorunun yanıtını, dünyayı yöneten gizli örgütlerden CFR’nin dünyaca ünlü dergisi Foreign Affairs’in Şubat 2006 tarihli sayısını okuyarak öğreniyoruz.

    “Türk Genel Kurmayı, onlarca yılda oluşturduğu ve titizlikle koruduğu gücünü kaybetme pahasına, AB’nin taleplerinin büyük bir bölümünü kabullenmek zorunda kalmıştır. Bu özverinin iki açıklaması bulunmaktadır:
    – AB üyeliğini, yüzyıla yakındır destekledikleri modernizasyon sürecinin son aşaması olarak görmektedirler.
    – AB’ye üyelik sürecinin, uzun süredir çözmek için çabaladıkları İslamcılık ve Kürt ayrılıkçılığı gibi temel iç sorunların çözümü için en iyi yol olduğuna inanmaktadırlar.

    AB’nin Ankara ile Ekim 2005’de müzakerelere başlamasıyla, reform istekleri daha da yoğunlaşacaktır. Özellikle, Kürt ayrılıkçılığı ve Kıbrıs’ın statüsü konularında askerlerin politikaları üzerinde yoğunlaşacaktır. Ve işte o zaman, Türk ordusu liderlerinin daha ne kadar geri çekilmeyi kabulleneceğini bekleyip görmek gerekmektedir”

Yılmaz Dikbaşa’a göre bu anlattıkların kısa özeti şudur:

  • Türk Genelkurmayı, onlarca yılda kazandığı gücünü kaybetmiştir.
  • AB’nin dayattığı taleplerin büyük bölümünü kabul etmiştir.
  • Kendi iç sorunları olan laiklik karşıtı hareketleri ve Kürt ayrılıkçılığını kendisi çözemediği için, kurtuluş yolu olarak AB’ye teslim olmuştur.
  • AB’nin Türkiye’den istekleri henüz bitmemiştir. Kıbrıs ve Kürt ayrılıkçılığı konularında daha ağır talepler gelmek üzeredir. İşte bu aşamada Türk ordusunun komutanlarının daha ne kadar geri çekilmeyi (‘how much further the Turkish military leadership will be willing to retreat’) kabullenecekleri merakla beklenmektedir.
  • Bu çok ağır ve Türk Milletini çok derinden yaralayacak yazıya bugüne kadar Genelkurmay Başkanlığı’ndan hiçbir tepki gelmemiştir!

Açıklamalarının sonunda şu çarpıcı detayı da eklemeyi yapan, Yılmaz Dikbaş şunları söylüyordu;

20 Temmuz 1974 Barış Harekâtı’nın 35. yıl dönümünde konuşan KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat da, Kıbrıs sorununun çözümünde Türkiye’nin garantörlüğüne güvendiği vurgusunu yapıyordu. Oysa aynı Mehmet Ali Talat, 23 Nisan 2004 tarihinde yapılan Annan Planı’nın halkoylaması öncesinde şunları söylüyordu:

  • “Türkiye, Kıbrıs’ı ‘Metresi’ gibi kullanıyor!”
  • “Kıbrıs’ı feda etmeyiz! Kıbrıs’ı vermeyiz! Nereden buldun da vermiyorsun? Kıbrıs senin değilki! Fethetmedin ki Kıbrıs’ı! Kıbrıs, Türkiye’nin değil!”
  • “Türkiye, bazı gericilerin anavatanı olabilir ama benim anavatanım değil!”

 ABD’den ve AB’den aldığı hibelerle en alçakça söylemlerde bulunan Mehmet Ali Talat, şimdi tutmuş yine Türkiye’ye sığınmaya çalışıyordu! Yukarıda sadece bir bölümünü anlattığım, Lozan anlaşmasını delik deşik eden tüm bu ihanetleri belgeleriyle ortaya koyduğum kitabım, bugüne kadar beş baskı yaptı. İhanet cephesi kitabımı okudu, tartışılması mümkün olmayan belgelere dayanılarak yazılmış olduğunu gördü, kuyruğunu kıvırıp oturdu, hem kendi sesini kesti, hem de başkaları bu kitabı seslendirmesin diye elinden geleni yaptı.

Ben, bunu anlıyorum. Ama ‘ulusalcı cephenin’ bu kitabımı sahiplenmeyişini nasıl açıklayacaksınız?

Adları ulusalcı medyaya ve ulusalcı televizyon kanallarına çıkmış olanların da bu kitabın içindeki korkunç ihanet belgelerini manşete taşımamış olmalarına, televizyon programlarına konu etmemiş olmalarına ne diyeceksiniz?

 Siz, siz olun, öyle her ‘ulusalcıyım’ diyene sakın inanıp, kanmayınız!”

Bu önemli bilgiler dehşet verici değil mi?
Sayın Dikbaş’ın anlattıklarına göre Kıbrıs 18 yıldır Rumlardaymış meğer.

Peki sayın Dikbaş’ın bu anlattıkları doğru ise, Kıbrıs mücadelesini verdiğini söyleyen her iki Türk tarafının yetkilileri bizleri bunca zamandır ayakta uyuttular ve hala da uyutuyorlar sonucu çıkarabilir miyiz !?


Yorumcalar derlemesi…

Yazar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir