İçinde bulunduğumuz Transhümanist süreç…
Süreç bizlere sevgi, kardeşlik, güzellik, doğa vb. kavramların hakikatlerini unutturmaya çalışmakta ve duygudan yoksun, boş bir beden güdümünde yaşayan, yarı robot varlıklar; hissiz, akılsız, bilinç yoksunu zombiler haline getirmek için mi çalışıyor?
Son yirmi yıldır dünyada olup bitenlere baktığımızda 11 Eylül, Bosna soykırımı, Irak işgali, Arap baharı ve Aylin bebeği düşündüğümüzde yukarıdaki paragrafta yazılı olanların gerçekleştiğini görmememiz mümkün olmuyor.
Son yirmi yılda olup bitenleri görmeme, okuyamama ve unutma hastalığımız bizlerde ve gelecek kuşaklarda insanlık adına çok kötü sonuçlara yol açabilecek oluşumlara gebe gibi görünüyor.
Şimdiki zamanımızda bile insanlığı sanal bir hastalık ile diğer birçok insani özelliklerinden koparmaya çalışanlara karşı dün sessiz kaldığımız gibi bugünde sessiz kalıyoruz. Çünkü bizler bu savaşı 20 yıl önce kaybetmeye başladık. Savaş henüz bitmedi ama çok cephe kaybettik.
Asıl büyük olan ve ne değerlimiz olan ve şu anda hedefledikleri en güçlü cephemiz düşünce cephemize saldırıyorlar. Orayı ele geçirmek için ellerindeki bütün illüzyon silahlarını kullanıyorlar, kullanacaklar.
İnsan “dil” ile düşünür, yani “kavramlar” üzerinden. Peki, kavramların içleri boşaltılır, aynı kavramlara yeni anlamlar yüklenirse insanın düşünceleri ve dolayısıyla duyguları, değerleri, davranışları, karakteri değişir mi?
Ve sonuç olarak, değişen karakteri insanın kaderi mi olur? İnsanlığa karşı yürütülen ve cephesi her yer olan ve bayrağı dikmek istedikleri zihin cephemize yönelik derin ve sinsi savaş sürecine tanıklık ediyoruz.
İnsanlığın kadim tarihi boyunca baş düşmanı olan şeytanın etkisindeki “popüler kültür üreticileri”, kitleleri etkileyen araçlar aracılığıyla (sinema filmleri, şöhretli karakterler ve yaşam tarzları, diziler, yarışmalar, oyunlar, sosyal medya, siyaset ve diğer kitlesel mecralar) insanlığımıza dair olan yani “insanı insan yapan” kavramların içlerini boşaltıyor, bizlere hiç fark ettirmeden, bu kavramları yeniden kodlayarak önümüze koyuyor ve bizleri acımasızca insanlıktan ediyor.
Son yirmi yıldır gerek Hollywood ve gerekse ülkemizdeki dizi ve eğlence programlarına zihinsel bir yolculuk yaparsanız nerelerden nerelere geldiğimizi, getirildiğimizi daha iyi anlarız.
Daha endişe verici olan nokta ise, anlam kaymalarıyla hakikatlerinden uzaklaştırılmış, “sîreten mesh edilmiş” kavramlar sureten halen kucağımızda bulunduğu için onların yokluğunu, boşluğunu hissetmiyor ve hakikatlerine ulaşma adına esaslı bir arayışa girmiyoruz, giremiyoruz.
İronik olarak kavramlar kendi hakikatlerine, ruhlarına, özlerine, manalarına birer perdeye dönüşerek, bizleri yaratılmışlara karşı kör, sağır, ilgisiz ve duygusuz hale getiriyor. Büyük Hakikat’le aramızda bir gaflet perdesi oluşturarak; O Ezelî Varlığın kudretinin mucizelerini, rahmetinin hediyelerini, sanatının harikalarını görmemize engel oluyor.
Bunu şu şeklide kısaca açmak gerekirse, doğadan ve doğal olan hayatımızdan o kadar uzaklaştırıldık ki, bizlere sundukları GDO’lu bütün her şeylerini sorgusuz kabul ettik. Şehrin gürültüsü içinde dört duvar arasında belgesellerle dizilerle hayatı keşfetmeye çalıştık.
Oysa bütün bu kâinat ve içindekiler bizim için yaratılmışlardı ve bizim onları anlamamız ve onlardan en güzel şekilde istifade etmemiz için. Gelinen noktada bütün bu güzelliklerden uzaklaştık ve içimizi GDO’lu zehirleri ile doldurdular.
Cemil Meriç “Kamus namustur” der. Fakat bu seferki tehlike daha sinsi, daha ikiyüzlü, daha tehlikeli. Çünkü düşman kamustaki sözcükleri değiştirmiyor, sözcükleri yerinde bırakıp, sabırlı, sistemli ve yoğun bir çalışmayla onlara yüklenilen anlamları değiştiriyor.
Dolayısıyla hayvanî dürtülerini, cismanî zevklerini “sevgi”; gereksiz bilgi hamallığını “ilim”; dayatılan baskın kültürle acemice senkronize olmaya çalışıp kendisini ve çevresini gülünç durumlara sokmayı “estetik” ve “güzellik”; vicdanının sesini kestiği ve aklını varoluşsal sorular konusunda devre dışı bıraktığı anları “mutluluk”; kendi yaşamında dekoratif figüranlar olarak konumlandırdığı kişileri “kardeş”; can sıkıntısını giderme araçları olarak gördüğü insanları “arkadaş”; ekonomik olarak darda kalınca başvurulacak “esnek hesaplar” olarak algıladığı bireyleri “dost”; bazı neden/sonuç ilişkilerini fark edip, bunları duygudan yoksun bir şekilde, terbiye görmemiş kendi şımarık nefsi adına menfaat vesilesi olarak kullanmayı “hikmet” ve “bilgelik”; öfke ve düşmanlığı “hak arayışı” ve “adalet”; kabalığı ve bağırıp/çağırmayı “celâl”; duyarsızlık ve hissizliği “soğukkanlılık” ve “teslimiyet”; edepsizlik ve bencilliği “şahsiyet”, laubaliliği “samimiyet”, yapmacıklığı “nezaket” zannediyor.
Bu içler acısı durumunda ise, maalesef evrensel insanî değerler ’in hakikatine dokunamıyor, onları tadamıyor, kendi nefsinde tecrübe edip tartamıyor. Yani çoktan unuttuğu veya hiç tadamadığı için bilmiyor, bilemiyor. Fakat ne acıdır ki, bilmediğini de bilmiyor, fark edemiyor. Üstüne üstlük kavramların suretine sahip olduğu için kendini biliyor zannediyor. Ve kendini bu üç boyutlu, çok katmanlı bilmezlik ile dar bir hücreye hapsediyor.
Aslında karşı cephenin yoğun ve yıkıcı bombardımanı altındaki bu insanlara kardeşlik, sevgi, şefkat, güzellik, adalet, cömertlik gibi kavramların hakikatleri bir parça olsun tattırılabilse, belki de birçoğu itibariyle; “Oh be! İnsanlık varmış! Ne tatlı, ne enfes duygularmış bunlar. İnsan daha dünyadayken vicdanında cenneti yaşamaya başlayabiliyormuş” diyecekler ve karanlıkta geçirdikleri günlere hayıflanacaklar.
Şayet Transhümanist süreçlerin beslediği bencilliğin neden olduğu maneviyata ve yüksek insanî değerlere kapalılık gibi problemleri aşmak istiyorsak, insanlığımıza, dolayısıyla da insanî değerlerin asıl kaynağı olan zaman üstü, semavî kapılara yönelmemiz, bir kez daha kalplerimizin frekans ayarını gözden geçirerek, o kapıların arkasındaki Büyük Hakikatle irtibata geçmemiz ve onunla bir olmaya çalışmamız gerek.
“Hakikî insan” olma potansiyelinde yaratılan bir varlık için sevgisizlik ne büyük sancı ve bu mutluluk yolculuğunda kendisini kinlerin, nefretlerin, düşmanlık ve hasetlerin pençesinde mutsuzluğa hapsetmek ne kadar acı!
Diğer taraftan, deccaliyetin yakıcı, kurutucu nefeslerinden ve hipnotik Sanal âlemlerinden, yapay evrenlerinden, süslenmiş gerçeklerinden, aldatıcı/alçaltıcı suretlerinden, boş ve anlamsız sözlerinden sıyrılabildiğimiz ölçüde “hakikî” güzellikler ruhumuza yansımaya başlayacak. Sonrasında ise bu güzelliklerin kaynağına doğru zevkli bir yolculuğa çıkılacak.
Evet, dileyelim ki, bütün güzelliklerin hakikî kaynağı olan Allah’ın varlığını vicdanlarımıza duyurup kalplerimizi kendisine ait manalarla doyursun!
Kendimizi çeşit çeşit, bin bir güzelliğin ortasında bulduğumuz şu âlemde yapay, sanal, aldatıcı, görünüşte süslü ve cazip fakat hakikatte arkası boş ve kâzip simülasyonların peşinde bir “yok”u yakalama çabası ve yanılsamasıyla, boşu boşuna bir yaşam boyu koşmaktan, koşup da bir milim yol alamamaktan ve elleri bomboş bir şekilde, hayal kırıklıkları ve pişmanlıklarla ortada kalmaktan muhafaza etsin…
Bu yaşanan son perdedir. Bu yaşanan kıyam-et öncesi son haldir. Bilmez misin ki Hz. Muhammed’in yeryüzüne gelmesi kıyamet alametidir. Bu son perdede insan olarak ayrıldığın ana yurduna insan olarak dönmek istemez misin?
Öyleyeyse bu kazanma kuşağında kaybedenlerden olma, kaybettirmek isteyenlerle bir olma. Kalk ve uyar insan kardeşlerini. Şeytanın ve onun işbirlikçilerinin kardeşlerin için hazırladıkları tuzakları deşifre et.
“Korkma! Allah bizimledir” de ve ümidini yitirmeden Kuran ahlakı ile şeytani kere karşı mücadele et.
Şeytanlar bilinçli Müslümanları sevmezler.
Şunu bil ki onlar hem sayıca çok azlar ve hem de senden çok zayıftırlar. Sen güçlüsün ve sen onlardan daha fazlasın. Biz azız ama çoktan daha fazlayız…
Bedir ve Malazgirt savaşlarını hatırla…
…
Yorucalar’dan…